'İzmir neden sevilir?'
24/12/2016
Bu yazıyı yazmak, Kasım başında kapalı bir havada Mavişehir'deki alışveriş merkezinin son katından; önde betonlaşan bataklıklara, arkada tepeleri kaplayan gecekondu muhitlerine bakarken aklıma esti.
Vakit dar olduğundan uzun süre sonra bu güne toparlayarak, İzmir'in gittiği nokta hakkındaki çekincelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Bülent Ecevit'in gazetelerde kaleme aldığı yazıları karıştırırken 'İzmir Neden Sevilir?' başlıklı bir yazı dikkatimi çekti. Ecevit'in 1959 yılında Ulus Gazetesi'nde yayımladığı yazının üzerinden geçen 57 yılda İzmir özelliklerini kaybetmiş, kaybetmiş ve kimliksiz bir kent olma yolunda bugünkü yerine ulaşmış.
'İzmir neden sevilir?' sorusunu ele alan Ecevit, İzmir'i 'nice büyük şehirlere çirkinlik katan şeylerle çekiciliği artan, başka nice büyük şehirlerde hayatı soğuklaştıran işlerle sıcaklık kazanan şehir' olarak tanımlıyor ve başlarken belirttiği ifadeyle 'bir kaç günde insanı büyü gibi saran İzmir şehri’nin tezatlarını ele alıyor.
***
İzmir'in bugün o noktadan çok uzaklaştığı ve uzaklaşmaya da devam ettiği aşikâr.
‘Karşıyaka’nın kıyı boyunda kendinizi Batı Avrupa’nın bir güzel ve mutlu Akdeniz şehrinde sanırken, sol yanınızdaki tepelerde yükselen gecekondu mahalleleri her an size, Türkiye’de ve Türkiye'nin dertleriyle başbaşa olduğunuzu hatırlatır.’
Biz de bugün sermayenin odağındaki İzmir’in problemlerini konuşacağız.
‘İstanbul'daki gibi bir Boğaz geçmekle ya da mahalle aşmakla değil, adım attıkça kıta değiştirirsiniz. Bir adımda Avrupa’da iseniz, öbür adımda Asya’dasınız.’
Gerçekten İzmir’in garip bir yapısı vardır, çok kısa sürelerde kendimi farklı şehirlerde zanneder, her semtini ayrı ayrı samimi bulurum.
Ecevit de İzmir’i anlatırken Kültürpark’tan bahsetmeden edememiş. Doğal dokuya İzmir’i anlattığı yazıda hemen yer vermiş,
‘Kendinizi medeniyetin aydınlığında sanırken, Fuar koruluğunun neresinden çıktığı anlaşılmayan vahşî orman haykırışlarıyla dokunulmamış tabiatın kuytuluğuna ve esrarına gömülürsünüz. Yirminci yüzyıldayım derken, bir agora yıkıntısında, bir sütun parçasında eski çağlara göçürülürsünüz.’
***
Avrupa'da kent parkları vardır, buralarda insanlar nefes alır. Kentlilerin şehirden uzaklaştığı bu yerler, daha doğrusu kişi başına düşen yeşil alan dediğimiz şey gelişmişliğin bir koşuludur.
Bizde Avrupa’dan gelenler parkları, yolları över, anlatır ancak iş Türkiye’ye gelince hayat kalitesinin önüne çıkarlar geçer. Rahmetli başkan Ahmet Piriştina tam aklımdan geçenlere değinmiş. Diyor ki: “Bazı kişiler, hep sözü edilen yabancı sermayenin ülkelerine gidiyor. Amsterdam, Paris gibi kentlere hayran kalıyorlar. Bu ülkelerde imar planlarına, Anıtlar Kurulu kararlarına aykırı yapılaşma mümkün değil ki! Aynı kişiler, Türkiye’ye döndüğünde, gördüklerini unutuyor, bu görüşlerden uzaklaşıyor."
Kent parkları konusunu Avrupa’dan örneklerle sürdürmek istiyorum,
Paris’te bir Pazar günü Tuileries Bahçesi’ne sabah ve öğleden sonra uğradım. Şehrin ortasında 25 hektarlık bir alan kaplayan parka halk sabah saatlerinden itibaren akın etmeye başladı. Öğleden sonra gittiğimde ise güneşleneninden çeşitli oyunlar oynayan çocuklara kadar birçok Parisliyi burada gördüm. Bu alanlardan kentte çokça var; örneğin Lüksemburg Bahçesi 22 hektar…
Bu yazıyı yazmak, Kasım başında kapalı bir havada Mavişehir'deki alışveriş merkezinin son katından; önde betonlaşan bataklıklara, arkada tepeleri kaplayan gecekondu muhitlerine bakarken aklıma esti.
Vakit dar olduğundan uzun süre sonra bu güne toparlayarak, İzmir'in gittiği nokta hakkındaki çekincelerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Bülent Ecevit'in gazetelerde kaleme aldığı yazıları karıştırırken 'İzmir Neden Sevilir?' başlıklı bir yazı dikkatimi çekti. Ecevit'in 1959 yılında Ulus Gazetesi'nde yayımladığı yazının üzerinden geçen 57 yılda İzmir özelliklerini kaybetmiş, kaybetmiş ve kimliksiz bir kent olma yolunda bugünkü yerine ulaşmış.
'İzmir neden sevilir?' sorusunu ele alan Ecevit, İzmir'i 'nice büyük şehirlere çirkinlik katan şeylerle çekiciliği artan, başka nice büyük şehirlerde hayatı soğuklaştıran işlerle sıcaklık kazanan şehir' olarak tanımlıyor ve başlarken belirttiği ifadeyle 'bir kaç günde insanı büyü gibi saran İzmir şehri’nin tezatlarını ele alıyor.
***
İzmir'in bugün o noktadan çok uzaklaştığı ve uzaklaşmaya da devam ettiği aşikâr.
‘Karşıyaka’nın kıyı boyunda kendinizi Batı Avrupa’nın bir güzel ve mutlu Akdeniz şehrinde sanırken, sol yanınızdaki tepelerde yükselen gecekondu mahalleleri her an size, Türkiye’de ve Türkiye'nin dertleriyle başbaşa olduğunuzu hatırlatır.’
Biz de bugün sermayenin odağındaki İzmir’in problemlerini konuşacağız.
‘İstanbul'daki gibi bir Boğaz geçmekle ya da mahalle aşmakla değil, adım attıkça kıta değiştirirsiniz. Bir adımda Avrupa’da iseniz, öbür adımda Asya’dasınız.’
Gerçekten İzmir’in garip bir yapısı vardır, çok kısa sürelerde kendimi farklı şehirlerde zanneder, her semtini ayrı ayrı samimi bulurum.
Ecevit de İzmir’i anlatırken Kültürpark’tan bahsetmeden edememiş. Doğal dokuya İzmir’i anlattığı yazıda hemen yer vermiş,
‘Kendinizi medeniyetin aydınlığında sanırken, Fuar koruluğunun neresinden çıktığı anlaşılmayan vahşî orman haykırışlarıyla dokunulmamış tabiatın kuytuluğuna ve esrarına gömülürsünüz. Yirminci yüzyıldayım derken, bir agora yıkıntısında, bir sütun parçasında eski çağlara göçürülürsünüz.’
***
Avrupa'da kent parkları vardır, buralarda insanlar nefes alır. Kentlilerin şehirden uzaklaştığı bu yerler, daha doğrusu kişi başına düşen yeşil alan dediğimiz şey gelişmişliğin bir koşuludur.
Bizde Avrupa’dan gelenler parkları, yolları över, anlatır ancak iş Türkiye’ye gelince hayat kalitesinin önüne çıkarlar geçer. Rahmetli başkan Ahmet Piriştina tam aklımdan geçenlere değinmiş. Diyor ki: “Bazı kişiler, hep sözü edilen yabancı sermayenin ülkelerine gidiyor. Amsterdam, Paris gibi kentlere hayran kalıyorlar. Bu ülkelerde imar planlarına, Anıtlar Kurulu kararlarına aykırı yapılaşma mümkün değil ki! Aynı kişiler, Türkiye’ye döndüğünde, gördüklerini unutuyor, bu görüşlerden uzaklaşıyor."
Kent parkları konusunu Avrupa’dan örneklerle sürdürmek istiyorum,
Paris’te bir Pazar günü Tuileries Bahçesi’ne sabah ve öğleden sonra uğradım. Şehrin ortasında 25 hektarlık bir alan kaplayan parka halk sabah saatlerinden itibaren akın etmeye başladı. Öğleden sonra gittiğimde ise güneşleneninden çeşitli oyunlar oynayan çocuklara kadar birçok Parisliyi burada gördüm. Bu alanlardan kentte çokça var; örneğin Lüksemburg Bahçesi 22 hektar…
Gitmesem de Londra Hyde Park da bizde dile getirilmesi sevilen yeşil alanlardan. Yerel yöneticilerimizin de örnek verdikleri olur; hatta Hüseyin Mutlu Akpınar göreve geldiği ay ilk somut projesi olarak Hyde Park’ın benzerini Halk Park olarak hayata geçireceklerini söyledi. Yazıyı yazarken bulduğum bir bilgi de Halk Park’ın Mavişehir’de dere boyunda hayata geçeceği oldu. Ama bu projeden önce yine aynı bölgede planlanan Dinozor Parkı’nın yapımına öncelik verildi.
Madem Ecevit’ten girdik; hayatının anlatıldığı en iyi araştırmalardan Kayhan Sağlamer’in Ecevit Olayı’nda Londra yıllarının anlatıldığı kısma gidip Londra’nın parklarını, daha doğrusu olması gereken parkları oradan aktaralım: “İki kuğu belirdi karşıdan. Akşamın koyu gümüşi, hafif sisli havasında, saf birer ışık kadar beyaz, kendisine doğru süzülüyorlardı. Birdenbire memleket geldi içine. İlkin anlayamadı, neden böyle tanıdık gelsindi? Sonra sonra hafızasında Ahmet Haşim’in kuğulu şiirlerinden mısralar uyanmaya başladı ve o zaman anladı. Sanki o gurbet elde, bir dostun dostlarıyla karşılaşmıştı…
… Henüz bir ay olmuştu Londra’ya geleli Rahşanla. Sevmemişti kara suratlı, güneşsiz ve yeşilsiz İngiliz başkentini. Bunalınca ya da taştan, tuğladan ve çelikten usanınca, kendini Londra’nın suni göllü parklarına atar, teselli arardı. Suni göllü parkların çimenlerinde dolaşıp otlayan koyunlar önce tuhafına gitmişti. Sonra öğrenmişti ki, Londralılar böylece, bunların sahici bir kır olduğuna kendilerini daha kolay kandırabilirlermiş…
… Halbuki o sabah suni gölde bir ördek ailesi uyanmıştı. Önde bir ana ördek, peşinde bir açının iki kanadı gibi dizilmiş yavruları, göğün ağarmaya başladığı yöne doğru, gövdelerini hiç kıpırdatmadan gidiyorlardı. Başları yeşil yeşildi. Hem kimsenin erken kalkmadığı bu kentte, güneş doğmadan uyanıp hayata başlamış olmaları, hem de başlarının yeşil rengi ona ördekler sanki Müslümanmış hissini vermişti. Gene taa içinde Türkiyesini, hem de erken kalkan Müslümanları o kadar bol olan Üsküdar’ı duymuştu…"
İşte parklar insanları böylesine rahatlatan, kentin içinde ama kentten uzak alanlar olmalı.
Çok sevdiğim İnciraltı Kent Ormanı, bu tanıma uyan yerlerden.
Anlatmak istediğim şey gelişmiş ülkelerde ‘yeşili çok isteyenler’ Kartalkaya’ya gitmiyorlar.
Günümüz dünyasında insanlar üç şeye muhtaç: Yeşil, trafiksiz ve temiz kentler.
Azaltılması gereken üç şey ise beton, araba ve kirlilik.
Konu nereye gelecek diyorsanız kentin ana maddelerinden Kültürpark’ı es geçmeden olmaz…
‘Kültürpark’a Dokunma Platformunda yer alıyor musun?’ derseniz, davet üzerine Facebook gruplarındayım, konuyu yakından takip etmeye çalışıyorum.
Aziz Başkan’ın Kültürpark’ın değerini bildiğini; dolayısıyla kimsenin emellerine alet ettirmeyeceğini düşünüyorum.
Madem Ecevit’ten girdik; hayatının anlatıldığı en iyi araştırmalardan Kayhan Sağlamer’in Ecevit Olayı’nda Londra yıllarının anlatıldığı kısma gidip Londra’nın parklarını, daha doğrusu olması gereken parkları oradan aktaralım: “İki kuğu belirdi karşıdan. Akşamın koyu gümüşi, hafif sisli havasında, saf birer ışık kadar beyaz, kendisine doğru süzülüyorlardı. Birdenbire memleket geldi içine. İlkin anlayamadı, neden böyle tanıdık gelsindi? Sonra sonra hafızasında Ahmet Haşim’in kuğulu şiirlerinden mısralar uyanmaya başladı ve o zaman anladı. Sanki o gurbet elde, bir dostun dostlarıyla karşılaşmıştı…
… Henüz bir ay olmuştu Londra’ya geleli Rahşanla. Sevmemişti kara suratlı, güneşsiz ve yeşilsiz İngiliz başkentini. Bunalınca ya da taştan, tuğladan ve çelikten usanınca, kendini Londra’nın suni göllü parklarına atar, teselli arardı. Suni göllü parkların çimenlerinde dolaşıp otlayan koyunlar önce tuhafına gitmişti. Sonra öğrenmişti ki, Londralılar böylece, bunların sahici bir kır olduğuna kendilerini daha kolay kandırabilirlermiş…
… Halbuki o sabah suni gölde bir ördek ailesi uyanmıştı. Önde bir ana ördek, peşinde bir açının iki kanadı gibi dizilmiş yavruları, göğün ağarmaya başladığı yöne doğru, gövdelerini hiç kıpırdatmadan gidiyorlardı. Başları yeşil yeşildi. Hem kimsenin erken kalkmadığı bu kentte, güneş doğmadan uyanıp hayata başlamış olmaları, hem de başlarının yeşil rengi ona ördekler sanki Müslümanmış hissini vermişti. Gene taa içinde Türkiyesini, hem de erken kalkan Müslümanları o kadar bol olan Üsküdar’ı duymuştu…"
İşte parklar insanları böylesine rahatlatan, kentin içinde ama kentten uzak alanlar olmalı.
Çok sevdiğim İnciraltı Kent Ormanı, bu tanıma uyan yerlerden.
Anlatmak istediğim şey gelişmiş ülkelerde ‘yeşili çok isteyenler’ Kartalkaya’ya gitmiyorlar.
Günümüz dünyasında insanlar üç şeye muhtaç: Yeşil, trafiksiz ve temiz kentler.
Azaltılması gereken üç şey ise beton, araba ve kirlilik.
Konu nereye gelecek diyorsanız kentin ana maddelerinden Kültürpark’ı es geçmeden olmaz…
‘Kültürpark’a Dokunma Platformunda yer alıyor musun?’ derseniz, davet üzerine Facebook gruplarındayım, konuyu yakından takip etmeye çalışıyorum.
Aziz Başkan’ın Kültürpark’ın değerini bildiğini; dolayısıyla kimsenin emellerine alet ettirmeyeceğini düşünüyorum.
***
Kültürpark'ın kilit taşlı, asfaltlı zemini; gazino ve barlarıyla köhnediğini kabul ediyorum. Fuar İzmir'in açılmasından sonra bir şeyler yapılması gerektiğini de. Ancak yoğun doğal doku gözümüz gibi korunmalı. Taşeron firmalar bir ağaca zarar verirse büyük cezalar almalı. Bu maddelere ihalede yer verilmeli.
Kent merkezindeki tek yeşil, sermayeye, betona teslim edilmemeli. Benim derdim bu.
Benim derdim oradaki ağaçlar yaşarken faydalanan insanın, kuşun, kirpinin hakkı.
Tümülüsün üzerine alışveriş merkezi yapılan bir şehirde bunları düşünmenin fazlaolduğunu biliyorum ama var olan değerlerimizi de görmezden gelemiyorum.
İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi'nin 20.8.1991 tarihli kararıyla Folkart binası yapılacak alan fuara dahil edilmiştir. Kültürpark’ta, daha geriye gidersek talan edilen o hastanenin alanında yükselen binaların tarihini İzmirliler her zaman anımsayacaktır.
Toplumcu bir vizyonla 1 milyondan fazla İzmirlinin oyunu alarak göreve gelen bir yönetimin, binasını bu 300 metrelik yapının içine yerleştirmesini yakıştıramadığımı belirtmek isterim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Tarihi Yarımada’nın silüetini bozan gökdelenler için, “Ben bizim kültürümüze uygun bir mimarı yapının benimsenmesinden yanayım. Bunu her yerde söylüyorum. Ankara'da şehrin dokusuna uymayan bir yapılaşma var. İstanbul'da da böyle." demişti.
Ben gökdelen yapılmasına değil, yanlış yere, yanlış şekilde yapılmasına tepki gösteriyorum.
Kültürpark'ın kilit taşlı, asfaltlı zemini; gazino ve barlarıyla köhnediğini kabul ediyorum. Fuar İzmir'in açılmasından sonra bir şeyler yapılması gerektiğini de. Ancak yoğun doğal doku gözümüz gibi korunmalı. Taşeron firmalar bir ağaca zarar verirse büyük cezalar almalı. Bu maddelere ihalede yer verilmeli.
Kent merkezindeki tek yeşil, sermayeye, betona teslim edilmemeli. Benim derdim bu.
Benim derdim oradaki ağaçlar yaşarken faydalanan insanın, kuşun, kirpinin hakkı.
Tümülüsün üzerine alışveriş merkezi yapılan bir şehirde bunları düşünmenin fazlaolduğunu biliyorum ama var olan değerlerimizi de görmezden gelemiyorum.
İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi'nin 20.8.1991 tarihli kararıyla Folkart binası yapılacak alan fuara dahil edilmiştir. Kültürpark’ta, daha geriye gidersek talan edilen o hastanenin alanında yükselen binaların tarihini İzmirliler her zaman anımsayacaktır.
Toplumcu bir vizyonla 1 milyondan fazla İzmirlinin oyunu alarak göreve gelen bir yönetimin, binasını bu 300 metrelik yapının içine yerleştirmesini yakıştıramadığımı belirtmek isterim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Tarihi Yarımada’nın silüetini bozan gökdelenler için, “Ben bizim kültürümüze uygun bir mimarı yapının benimsenmesinden yanayım. Bunu her yerde söylüyorum. Ankara'da şehrin dokusuna uymayan bir yapılaşma var. İstanbul'da da böyle." demişti.
Ben gökdelen yapılmasına değil, yanlış yere, yanlış şekilde yapılmasına tepki gösteriyorum.
Bence kentlere zararları bilinen gökdelenlerin Yeni Kent Merkezi olarak bilinen Turan-Liman arkası bölgesinin dışına çıkarılmaması gerekiyor…
'Bir ozan bir devlet adamını sorguluyor'da:
“hele bir de işitmeden
işine giderken
bilmeden ezdiğin
karıncanın sesini" diyor Ecevit.
Bizse yöneticilerimizden işe giderken ezdiği karıncayı değil, kente yaklaşan tehlikeleri görmelerini, kentleri için, yükselen bu çığlığı duymalarını istiyoruz.
Basmane’de yükselen rant, İnciraltı’nın ve daha birçok yerin de kapılarını çalıyor.
‘Karar İzmir’in’di değil mi? İzmirlinin burada bir seçim yapması gerekiyor. O seçim çizilen üç tasarım arasında yapılmayacak.
İzmirlileri tarih sahnesinde bu sefer, evlerinin, kültürünün, sahillerinin, Damlacık’ın katledilmesine göz yuman İzmirli olarak mı; yoksa İkiztepe-Konak-Halkapınar otoyol geçişini yaptırmayan İzmirli olarak mı göreceğiz?
Ve Ecevit tespitlerini yine en güzel şekilde bitirmiş,
“İzmir, güzel mi, çirkin mi diye, mamur mu, değil mi diye, yeni mi, eski mi diye düşünemeden, insanın, bütün zayıflık ve kuvvetiyle, bütün eksiklik ve üstünlüğüyle, sırf insan olduğu, sırf yaşadığı için sevip vurulduğu, ve insanlığın bütün çelişmelerini, insan faaliyetinin değişik yönlü akımlarını bir tek girdapta birleştiren hayatına ister istemez kapılıp tutulduğu şehir... Ve insanları ancak böyle bir şehrin insanlarının olabileceği kadar sıcak ve canlı."
'Bir ozan bir devlet adamını sorguluyor'da:
“hele bir de işitmeden
işine giderken
bilmeden ezdiğin
karıncanın sesini" diyor Ecevit.
Bizse yöneticilerimizden işe giderken ezdiği karıncayı değil, kente yaklaşan tehlikeleri görmelerini, kentleri için, yükselen bu çığlığı duymalarını istiyoruz.
Basmane’de yükselen rant, İnciraltı’nın ve daha birçok yerin de kapılarını çalıyor.
‘Karar İzmir’in’di değil mi? İzmirlinin burada bir seçim yapması gerekiyor. O seçim çizilen üç tasarım arasında yapılmayacak.
İzmirlileri tarih sahnesinde bu sefer, evlerinin, kültürünün, sahillerinin, Damlacık’ın katledilmesine göz yuman İzmirli olarak mı; yoksa İkiztepe-Konak-Halkapınar otoyol geçişini yaptırmayan İzmirli olarak mı göreceğiz?
Ve Ecevit tespitlerini yine en güzel şekilde bitirmiş,
“İzmir, güzel mi, çirkin mi diye, mamur mu, değil mi diye, yeni mi, eski mi diye düşünemeden, insanın, bütün zayıflık ve kuvvetiyle, bütün eksiklik ve üstünlüğüyle, sırf insan olduğu, sırf yaşadığı için sevip vurulduğu, ve insanlığın bütün çelişmelerini, insan faaliyetinin değişik yönlü akımlarını bir tek girdapta birleştiren hayatına ister istemez kapılıp tutulduğu şehir... Ve insanları ancak böyle bir şehrin insanlarının olabileceği kadar sıcak ve canlı."